Geçenlerde motosikletle bi’ turladım. Geçenler dediğim epey geçenler ama şimdi burada kendimi üzemeyeceğim. Bunca yıldır motosiklete binerim, neden sosyal sınıfıma ve cool’luk seviyeme uygun bir şekilde solo yurt dışı motor turu yapmıyorum diye düşünmüş olacağım ki, bir Cumartesi öğleden sonrasında makineyi yıkayıp yükleyip yola çıktım.
Tabii ki hedefimiz İpsala’dan el sallayıp Yunan anakarasını boydan aşağı geçmek olacaktı. Dur bakalım nerelere varırız diyerek seyirtirken anca akşam 8 gibi internetten binlerce kaynakta övüldüğünü görebileceğiniz o kalamaları, ahtapotları yemeye koyuldum. Aslında mesela Ankara simidinin hiçbir numarası yok ama hep beraber buna inanırsak varmış gibi oluyor. İnsanın birlikte inanmasından her daim çok etkileniyorum. Türkçe menü desteği olan bu dükkânlara bir milletin hiç değilse bir sınıfı olarak inanıyoruz ve ben de bu ritüelin bir parçası olmaktan kaçmayacağım. Neticede çocukluğumuzda cuma öğle aralarında arkadaş hatırına çorap kokulu yerlerde birliktelik bulmaya çalışmış insanlarız.
Gecenin bir yarısı Kavala su kemelerinin altından mühendis ecdadın selamını ileterek geçip hain veya kahraman olduğu hususunda karışıklık bulunan tarihi karakterlerden bir nicesi Mehmet Ali Paşanın konağının arkasındaki zırtlan işletmelerinden birinde uykuya daldım. Görüldüğü gibi, uzo uzun cümle kurmaya engel olmuyor, hatta lafı uzotuyor.
Kavala’nın tepelik kısmındaki bu Türk yerleşimini artık herkes biliyor. Bir de benim anlatmam ayıp kaçar ama esnafla çoğunuzdan daha fazla gevezelik ettiğime eminim. Siz gidip de enstrüman satan dükkanda neden adam gibi saz satmıyorsunuz demekle uğraşmazsınız şimdi, doğru konuşalım. Ya da, balıkçı dükkanındaki dayı sırf tavlamak için “Hoşgeldiñiz” dediğinde, Niğdeli olduğunu tutturup bir de kasabasının köyünün muhabbetini etmezsiniz. Anca Kalamar yiyin. Hamamı, imareti filan da görmüşsünüzdür hadi inşallah.
Nihayet ben Girit’e girmeye karar verdim. Bir Konyalı olarak Hanyayı görmemin vakti gelmiş, geçiyordu. Motosikletin hızı ve Avrupa’nın Yunan ellerine verdiği kredilerle bütçelenip uluslararası müteahhitlerin gücüyle hizmetimize sunulmuş otoyolları yardımıyla öğlen gibi Atina’ya vardım. Hemen birkaç hafta önce bizim Atina’yı (Pazar/Rize, yazar burada genel kültürünüzü artırıyor) görmüş olmanın sükût-u hayali evvelce de ziyaret etmiş bulunduğum bu şehirde bir nebze giderildi. Önce Pire’ye gidip Girit’e doğru biletimi aldım. Liman etrafında sağda solda çocuklarıyla yerlere serpilmiş kapkara romanların Türkçe şakıdıklarını görüp gizli gizli gülümsedim. Çünkü, iki ayak üstünde gelip Hindistan’dan, Balkanlara bir mızrak gibi uzanan bu Romanlar bizim. Eh, tanışıkla tanışmak için gezilmiyor gurbet el sınırlı vakitte diyip malıma mülküme sahip çıkarak Manastıraki sokaklarına sürtmek üzere şehre döndüm.
Motosikletle gezmek özenilesi durur. En azından bana öyle dururdu, hâlâ durur. Fakat öyle bir yağmur yağdı ki, aklınız durur. Dere olmuş sokaklarda yalınayak yürüyen yunan hanımların neşesi bende bir hafif bir sıçtık sırıtmasına döndü. Bir köşelere sığındım gerçi ama, tüm bedenim, tüm çantalar ve içindekilerin sırılsıklam olmasına engel olamadım. Yaz yağmuruna atfedilen olumlu özelliklerin gerçekleşmesi için bir miktar bekledim. Olmadı. Bilet yanmasın duygusu ağır basınca, son dakika da olsa feribota yetişmek için bir tufanı yara yara, görmediğim tabelalara yön hislerimle baka baka limana vardım. Görevlilerin dalga geçer tavırları içinde motoru park edip, “zaten altı saat yea” düşüncesi ile yataksız, yuvasız, odasız, koltuksuz, boşta salınmalı biletime küfrederek halime baktım. Bir tuvaletteki el kurutma aletinden medet umdum. Donum ve olası bütün donlarım ıslaktı ve feribot sanki Arap baharı gelmiş Libya’dan kaçanlarla doluydu. Üzerine bir de şirketin kamara almayanların uyumasına engel olma politikası eklenince, sesi sonuna kadar açılmış kral tv sistemiyle işkence edilen mülteciler olarak yolumuzu sürdürdük.
Sabahın seherinde Hanya’ya vardığımda sefalet içinde olmama rağmen etrafı turlama arzusu baskın geldi. Şöyle bir iki plajın etrafından geçip Osmanlı devrinin antrepolarında ah nice ticaret dönüyordu kim bilir içlerinde diyerek dolaştım. Hanlarımızı kimi hamamlarımızı göreyim diye heveslenirken tüm bedenimin halen kurumayan ıslaklığı beni farklı davranmaya zorladı. Biraz güneşlenerek bu işi bir miktar çözdüm…
Hanya’nın eski venedik limanı adını verdikleri, bolca turistik ıvır zıvır içeren sıra dükkanlı küçük koyunda turlamak keyifli. Yepyeni bir yer görmeyi beklememek gerek. Sergi alanlarına çevrilmiş Osmanlı camileri görmek ilginizi çekiyorsa tatmin edici olacaktır. Güzel koruyamamışlar ama kime ne anlatacaksın? Aynı şekilde çeşmeler filan da sahipsiz. Tanıdık geliyor.
Havanın giderek ısınması çantalardaki tüm ıslaklığını koruyan eşyayı bir de kokutmakla tehdit etmeye başlayınca pek benzeyen yapısı ile dağ yollarına vurdum kendimi. İşte bu dağlar benim dağlarımdır. Aidiyet hissetmek konusunda öz manipülasyonu yüksek bir birey olarak olanca rahatlığımda aldığım virajlar beni epey yukarılara götürdü.
Girit’te rakıya uzo demiyorlar. Yunanistan devletinin bizle olan savaşın ardından yaşadığı büyük hüsranın ardından seçmek durumunda kaldığı uluslaşma sürecinde uydurduğu bu “uzo” kavramı uzakta olsa gerek Girit’e pek etki edememiş. Burada rakının adı rakı. Yollarda geçtiğim köylerde bizdeki “köy yumurtası” tabelalarına benzer biçimde “rakı” ve “meli” (bal) tabelaları var. Burada anakara Yunanistan kadar latinize edilmiş tabelalar aramayın. Zaten o kadar Yunana vardıktan sonra hala Yunan alfavita’sını çözemiyorsanız da yazıklar olsun.
Bağların bahçelerin içinde terkedilmiş bir zamanların komunist arabalarının hurdalarının fotograflarını çekip ılkı eşeklerine selam vererek bolca övülen Elafonissi plajına vardım. Pembe kumuyla maruf bu plaj epey hoş. Yine de biraz daha dağlar diyip yoluma devam ederek dumanlı kotlara doğru seyrettim. Sarp yalçın tepeleri aşarak kalmayı düşündüğüm Omalos köyüne geldim. Yaklaşık 1000-1200 m rakımdaki bu köy, yaz gününde dağlı köklerime iyi gelecek kadar kuru ve serindi. Köy etrafında bir milliyetçi bir hava hakim. Dağlar taşlar kiliseler mağaralar bize neler ettiklerini anlatan kitabelerle dolu. “To exari” yani “altı” anlamındaki mekanın adını aldığı hikayede, zamanında gâvura karşı savaş açmış altı yiğidi konu edinmesi milliyetçilik kardeşliği bağlamında tercihim oldu. Girit, Yunanistan’da aşırılıkları ile biliniyor. Her ne kadar Girit yerlilerinin karalıkları ve saçlı sakallı olmalarıyla araya kaynıyor olsam da plakamın TR’liği benden önce tanınıyor. Olsun, mekanın lokantasının menüsü pek güzel duruyor. Beni kesecek misiniz diye sormama şaşkınla “neden” demelerinin ardından bu altılının kahramanlığını soruyorum. Epey güldüler, oysa şaka suluydu. Dağ köylüsüne her zaman daha çok güvenirim. Menüdeki oğlak ve kuzu arasında kalıp kuzuyu seçmemin ardından, oğlağı da onlar ikram etti. Bütün gürültüleri ve neşeli şarkılarıyla Omalas köylüsüne karşı masalarından gülümseyerek eşliğimin karşılığı bol bol rakı servisi oldu. Var olsunlar. Altılıya hürmeten, altılamadan kalkmadım.
Sabah çamaşır ipine dizdiğim bütün giyeceklerimin ve eşyalarımın nihayet kurumuş olmasına memnuniyetle heybeleri doldurup tekrar yola çıktım. Girit’in akdağlarını motorla turlamak, durup durup dumanlı tepelere bakmak epey zevkli. Küçük küçük köylerdeki anıtlara bakmak, uluslaşmaya and içip destanlar türeten yunana gülümsemekle geçen turun ardından, çarşı pazar dolaşmaya Hanya merkeze indim. Tam bir turist dolaşmasıyla adım adım arşınladığım Hanya çarşısı bitince, sırada Resmo vardı.
Resmo daha bir Türk, daha bir Osmanlı kalmış. Dar sokakları, kerpiçten yapıları, kimi Memlük kimi Osmanlı mimarisini andıran camileri ve hamamlarıyla şehir merkezi sevimli. Dükkan olarak kullandıkları yapılar hariç, korumanın çok zayıf olduğunu söylemek lazım. Çeşmeler, camiler kaderine terkedilmiş halde. Geze geze bitiveren Resmo’nun ardından adanın en büyük yerleşimi Kandiye’ye devam ettim.
Akşama doğru vardığım Kandiye’de biraz gezinmenin ardından manzaralı ve plajlı gibi düşünüp seçtiğim kalacak yerin sahibinin süzme bir orospu çocuğu çıkmasıyla harcamak zorunda kaldığım saatlerin ve bozulan sinirimin tedavi ve telafisiyle uğraştım. Hep duyduğum o ekstremist Giritlinin nasıl bir şey olduğunu da böylece birinci elden öğrenmiş oldum. Sahtekar, yalancı, kavgacı ve aşağılık. Fakat ne var ki, bu bünyeye çoktan aşılıyım.
Rastgele dolaşırken durduğum bir anda başka bir Giritli gönlümü aldı. “I hope for nothing, I fear of nothing, I’m free” yazılarıyla seslenen Kazancakis’in mezarını ziyaret ettim. Bende yeri büyük olan Zorba’nın müellifine, bilge bir Türk’ün ona anlattıklarını unutmayacağımı söyleyip bir selam verdim.
Kandiye nispeten büyük şehir. Epey de eski yapı içeriyor. Kalesiyle, surlarıyla, limanıyla, cami ve bedestenleriyle uzun uzun dolaşılır bir yer. Girit’teki lokantalar anakaraya nispetle daha yerel ve aynılıktan biraz daha uzak. Etrafta nitelikli bir müzik duyamamanın can sıkıntısı ve bir medet umduğum müzik dükkanlarının tırtlığı beni yıldırmadı. İnternetlerden hafif tanış olduğum Giritli ud yapımcısı Manol’u ziyaret ettim. Sohbet ve müziğe olan açlığımı dindirdi sağ olsun. Ayrılırken heybeme yüklediği boğma rakıları da cabası.
Bir hevesle turladığım dağ bayırların arasında meşhur Ross Daly’nin kaldığı ve uzun yıllar bizdeki müzisyenlerin her yaz konak mekanlarından olan Hudetsi köyündeki müzik evini ziyaret ettim. Boş ve nemrut olsa da veryansın etmedim. Son yıllarda gitgide moda olan müzikli köyler, müzikli tatiller hikayelerinin başlangıç noktasını görmüş olduk, zaten Ross Daly’nin de fazla bir numarası yok deyip boşverdim. Girit’e gelip İrlandalı hasreti çekecek değiliz.
Devrisi gün bir de Aya Nikola görmek istedim. İyi etmişim. İçine ne koyduklarını anlamasam da çocukken Konya’da yediğim baklavaları birden bire hatırlatan bir baklava yemek şaşırttı. Bana kalsa sipariş bile etmezdim ekabirliğimden. Aşırı sevimli garsonun inadına teşekkür ettim.
Girit, Minoa medeniyetinin merkezi ve bu da rekonstrüktif Avrupa fikrinin temellendiği nokta oluyor. Bu gibi ideolojik martavala ilgisi bulunanlar için pek hoş müzeler ve anıtlar da yine Aya Nikola çevresinde yer alıyor. Sevmsem de gitmeden olmaz diyip söve söve dolaştım. Liman yapılarındaki malzemelere falan bakmak daha zevkli geliyor.
Derken derken, yine aynı rezilliklerle geçen feribot yolculuğu ile Pireye vardım. Yol boyu ahbaplık ettiğim motosiklet gezgini inşaat kalfası İtalyanın hayat hikayesini dinledim. Üç beş yılda bir yıl boşluk verip dünyayı motoruyla gezen bu delide çok hikaye vardı. Olanca akılsız telefonun yanında olanca bilgeliği İstanbul’un onca arnova binasının işçilerinin italyan olduğunu hatırlattı bana. Bu gereksiz romantizmi bir kenara bırakırsak günümüz işçimizin ve dahi mühendisimizin hayatsızlığı bir kez daha içimi acıttı.
Atina’da biraz Plaka biraz Manastraki, biraz buziki filan derken akşam oldu. Zengin övücüsü fakir dövücüsü Vedat Milor’un pek çok yıldız verdiği bir deniz mahsulü lokantasına sündüm. Siz de mutlaka sünün. Burada yemek övüp durmayalım ama gerçekten maşallah…
Yediklerimin lezzetinden mi, şarabın keyfinden mi bilmiyorum devam edip Lamya şehrine varayım dedim. Üstüne de o bir ton para verilip keyifsiz sürülen otoyolları kullanmak istemedim. Siz böyle şeyler yapmayın. Motosikletle gece vakti, pek çok yeri tek şerit olan, yönlendirme tabelaları yalan yanlış ve internet çekmeyen yollarda Yunan köylüsünün insafıyla çok eğlenceli bir yol gittim. Durup farları kapattığım bir çok yerde uzun zamandır görmediğim kadar yıldız görmenin keyfi yolları karıştırmama rağmen bozulmadı. Dil yordam bilmeyen neşeli köylüler beni bulunca eskortluk ederek doğru yollara sevkettiler.
Turizmle zerre alakası olmayan bu küçük şehri boydan boya dolaşıp semt pazarından türlü sebze meyve ile neşelendim. Pazar çığırtkanlarının davranışlarının aynılığı “aaabi yeaa aynı biz yeaa” dedirttikçe domatese şeftaliye vurdum. Sonra bu memleketi terk ederken dinlerine hürmet etmek gerek kabilinden dağ manastırlarını, yüce kayalarını izleye izleye Meteora’ya vardım. Kaya başlarında ortodoks olmanın ve çanak antensiz Fener’e bağlanmanın hissi için görülmeye değer bir yer. İlk gidişimde göremediğim bina içlerini görüp, bize bol bol ettikleri küfürleri aklı başında bir Yunan bulunca dalga geçebilmek için aklıma kazıdım. Korka korka taşın başına çıkıp oradan sağa sola sallamanın eğlenceli yanları var.
Meyanında Girit olan bir şarkıya benzeyen gezimin bundan sonrası bir nevi nakaratın tekrarı gibi: dönüş yolu, kalamar, ahtapot, feta, zeytin, salata ve aabii Yunanistan yeaa…
—